Laleli istasyonuna ulaştıktan sonra direkt karşıya, Büyük Reşit Paşa Caddesi’ne doğru devam ettik ve kendimizi bir anda Vefa semtinin dar sokaklarında bulduk. Ara sokaklarda haritamıza baka baka ilerlerken karşımızda, adeta kendini gizlemiş olan Molla Gürani Camii ya da diğer adıyla Vefa Kilise Camii‘ni bulduk.
12. yüzyıl başlarında yapıldığı varsayılan kilise İstanbul’un fethinden kısa bir sonra camiye çevrilmiş ve Fatih Sultan Mehmet’in hocalarından Molla Gürani’nin ismi verilmiş. Bildiğim kadarıyla 1930’lu yıllarda da kısmi bir restorasyon görmüş. Halen daha ibadete açık olup olmadığından emin değilim çünkü oraya gittiğimizde kapılar kilitliydi.
Yazımın başında dediğim gibi hedefimiz; yeri geldiğinde denenmemişi ya da az denenmiş olanı denemekti. Bulunduğumuz yerin bizde, tekin olmamakla beraber civarında şarapçıları barındıran bir bölge olduğu intibasını uyandırması sonucu burada pek vakit harcamadık. Geldiğimiz yolu geri takip ederek Cemal Yener Tosyalı Caddesi’ne ulaştık. Şimdi sırada gezimizin en heyecanlı bölümünü oluşturacak Bozdoğan Kemeri vardı.
En heyecanlı bölüm diyorum çünkü geziye başlamadan önce internetten, kemere çıkılıp çıkılmadığı konusunu araştırmıştım. Net şeyler bulamasam da resimlere bakarak bir şekilde çıkılabileceğini gördükten sonra biz de aynı şeyi denemeye karar verdik.
Önce kemeri enine boyuna dikkatlice süzdük ve sonra da o meşhur pozu bir kez de biz aldık. Hemen yanındaki Saraçhane Park denilen yerden kemerin ayaklarına kadar indik. Yukarıya çıkmanın planlarını yaparken bölgenin müdavimlerinden ihtiyar, zayıf bir amca bize doğru bakarak gülümsedi ve “Ne bakıyorsunuz çıksanıza? Gençler hemen her gün çıkar buraya.” dedi. Biz de son bir kez bakıp iyicene duvarın dibine yanaştık.
Yukarıdaki manzara çok da fazla mükemmel değil ama değişiklik isteyenlere İstanbul’a bir de tepeden bakma fırsatı sunuyor. Ben de Haliç’e doğru bakıp derin düşüncelere dalıyorum.
Yukarıya çıkmak isteyenlere öncelikle tavsiyem kemerin güneydoğu tarafının, yani bu resmi çektiğim açıdan, en sağ kısmını denemeleridir. Orada fazla büyükçe olmayan bir ağaç var. Oradan destek alınarak çıkılırsa daha kolay oluyor. Ben de daha kolay çıkmak için büyük ve ağır olan botlarımı çıkardım. Ağacın dalına basarak ve çıkacağım zeminden destek alarak tüm kuvvetimle kendimi yukarıya doğru attım. Tabi burada Lüfer’in de omzuna basarak destek aldım. Tam sağ ayağımı üst zemine atarken “caaart” diye bir ses.. Aman Allah’ım eşofmanı ortadan yırtmıştık. Ama o anki ruh halimle öncelikli gayem, hedefi gerçekleştirip üst zemine kendimi atmamdı. Neyseki fazla zorlanmadan yukarı çıkmıştım artık. Sonrasında da Lüfer’e yardım edip onu çektim yukarı. O kadar sevinçliydim ki, yırtık eşofmanla neredeyse tüm İstanbul’u gezeceğimi bile unutmuştum..
Yüzyıllar boyu ayakta kalmayı başarmış bu muhteşem yapıya hayran olmamak imkansız. Öyle ki burada tahmin ettiğimizden fazla zaman harcadık. Sıra geldi aşağıya inmeye.
Tabi inmek, çıkmak kadar kolay değildi. Mesafe fazla yüksek görünmese de atlamak da akıl kârı bir iş değildi. Önce Lüfer sarkıttı kendini aşağıya ama ben atlama taraftarıydım. En sonunda Lüfer’in sözüne uydum ve ben de kendimi aşağıya sarkıttım ve o da üstün bir gayret gösterip bana yardım etti ve böylece bir macerayı daha kazasız belasız atlatmış olduk.
Dikkatli olmak kaydıyla Bozdoğan Kemeri tırmanışını şiddetle tavsiye ederim. Peki nedir bu Bozdoğan Kemeri ?
Muhtemelen İstanbul’da yaşayan birçok kişi bu yapının adını bilmez ama en az bir kere mutlaka görmüştür. Bu kemer, Bizans İmparatoru Valens döneminde (364-378) tamamlandığı için Valens Kemeri (Valens Aqueduct) olarak da anılır. Şehrin ve imparatorluk saraylarına suyun dağılımı bu kemer ile sağlanmış olup daha sonraki dönemlerde Yerebatan ve Binbirdirek sarnıçlarıyla da bağlantıları tamamlanmış. Yeni kaldırım taşları döşenmesi esnasındaki kazılarda, Ayasofya’nın hemen önünde bulunan Bizans sarnıcı ile de şahsen bir alakası olduğunu düşünmekteyim. Kemerin bugün ayakta kalan bölümü 921 metre uzunluğunda. Bizim yerden yüksekliğimiz ise yaklaşık 29 metre.
Bozdoğan Kemeri’nden ayrıldığımızda saat çoktan öğlen olmuştu ve bizim daha gezecek bir sürü yerimiz vardı. Birer şişe su aldıktan sonra Atatürk Bulvarı’nı Unkapanı yönüne doğru takip ettik. Niyetimiz Pantokrator Kilisesi‘ne ya da Türkçe adıyla Molla Zeyrek Camii‘ne girmekti. İçeriye girmeye çalıştığımızda uzaktan bir görevli ıslığını öttürerek caminin tadilatta olduğunu söyledi. Bulunduğumuz taraf yapının arkasında kalmıştı ve biz de geri dönmek istemedik. Belki de asıl girişten denesek içeriye girebilecektik. Neyse başka zamana artık..
Atatürk Köprüsü’ne yaklaştıktan sonra sola doğru kıvrılıp Haliç kıyılarında gezintiye başladık. Şimdiki hedefimiz Fener-Balat sokaklarında kaybolmaktı. Sahil boyu biraz yürüdükten sonra ileride St. Stephen Bulgar Kilisesi‘ni rahatça görebiliyorduk artık.
Sonra orda ne var, şurda ne var derken yönümüz biraz daha güneye kaydı ve kendimizi Fener-Rum Patrikhanesi‘nin yakınlarında bulduk. Buraya kadar gelmişken de girmemek olmazdı. Daha önce bir Pazar günü gittiğimden – ki o zaman ayin vardı ve Bartholomeos’u da görme şansım olmuştu – bu sefer fazla derinlemesine incelemeyip bir fotoğraf alıyorum sadece.
Haritamıza göre bulunduğumuz yere yakın diğer bir önemli yer Yavuz Sultan Selim Camii idi. Ancak tüm gezi boyunca bizi en çok yoran rota belki de buraya ulaşmak olmuştu.
Hislerimize güvenerek takip ettiğimiz yol inanılmaz yokuştu ( Sancaklar Yokuşu ) ve hemen hemen tüm enerjimizi harcamıştık. Çık çık yol bitmiyordu. Nasıl olduysa yüksek noktadaki ilk küçük düzlüğe geldiğimizde karşımızdaki yapı Yavuz Sultan Selim Camii değil aksine Fener-Rum Erkek Lisesi‘ydi. Bu okul, Fransa’dan getirilen kırmızı tuğlalardan yaptırıldığı için halk arasında “Kırmızı Okul” diye de anılmaktaymış.
Osmanlı İmparatorluğu’nun en yüksek mevkilerinde görev almış pek çok Rum, tercümanlar, Eflak ve Boğdan beyleri, patrik ve yüksek din görevlileri vs. hep bu okulda yetişmiş. Görünüm itibariyle mimari açıdan gerçekten çok başarılı..
Caminin bahçesi geniş ve ağaçlı. Haliç manzarası ise görülmeye değer. Biz de bu enfes manzarada panaromik fotoğraflarımızı çekmeden duramadık haliyle. Fırsattan istifade edip kaldırımın üzerine çöktük. Biraz dinlendikten sonra yeniden yola koyulduk. Mesnevihane Caddesi ve hemen ardından İsmailağa Caddeleri’ni takip ederek sonunda Yavuz Sultan Selim Camii‘ne ulaşmayı başardık.
Camide çeşitli türbeler var. Birinde Yavuz Sultan Selim, diğerinde kızları ve şehzadeler, bir tanesinde de Sultan Abdülmecid gömülü; ama her ne hikmetse Abdülmecid türbesininin kapısına kilit vurulmuş. Yine de en çok ilgimizi çeken yer tabi ki Yavuz Sultan Selim türbesi olmuştu. Burada şunu da söylemeliyim; Yavuz türbesine girmeden hemen sağ tarafta kalan altın işlemeli, fazla büyükçe olmayan çeşme de gerçekten ilgi çekici.
Burada gezip görülecek yerleri bitirdikten sonra Pammakaristos ya da Türkçesiyle Fethiye Müzesi üzerinden Kariye Müzesi‘ne ulaşmayı planlıyorduk. Yine haritamıza bakarak yolumuza devam ettik ama bir yerde yanlış sokaktan dönerek tüm Darüşşafaka Caddesi’ni bitirdiğimizde karşımıza çıkan yer Fatih Camii’nin Boyacı Kapısı olmuştu. Geldiğimiz caddeyi çaresiz geri yürüdük ve Manyaszade, Murat Molla ve Kiremit Caddelerini kullanarak Fethiye Müzesi’ne ulaştık. Zamanı ekonomik kullanma adına sadece dışarıdan fotoğraf çekmekle yetiniyoruz.
İstanbul’un fethinden sonra patrikhane olarak kullanılmaya devam edilen yapı, 1601’de Gürcistan ve Azerbaycan’ın fethedilmesinin hatrına camiye, Cumhuriyet döneminde ise müzeye dönüştürülmüş. Benim gözlemlediğim kadarıyla mimari açıdan on iki-on üçüncü yüzyıllarda yapılmış Pammakaristos ve ona benzer diğer Bizans yapılarına birçok yönüyle benzemektedir.
Resmimizi çektikten sonra artık iyice yorgun düştüğümüz için ne zaman kaybına ne de yanlış yöne girmeye tahammülümüz vardı. Lüfer’in navigasyon fikri akıllıcaydı. Şimdi yönümüz Kariye Müzesi…
İzlediğimiz yol itibariyle vardığımız nokta Kariye’nin arkasındaki parktı. Hemen yakınımızdaki banklardan birine çöktük. Muhtemelen burası gideceğimiz son yer olacaktı. Biraz kendimizi toparladıktan sonra yolumuza devam ettik ve nihayet girişe geldik. Müze kartımız olduğundan kalabalığa karışmadan usulca turnikelerden geçtik. Elimde, Rick Steves amcamın kitabından fotokopisini çektiğim, Kariye Müzesi için tavsiye edilen tur planı vardı. Ona bakarak neyin ne olduğunu anlamaya çalıştık. Çünkü anlamını bilmeden göz gezdirmek kesinlikle can sıkıcı bir iş.
Kariye Müzesi’nin, iddia ediyorum ki biz İstanbullular’ın büyük bir çoğunluğu, varlığından bile haberdar değiliz. Öyle ki ben de otelde çalışmaya başlamadan şahsen bilmiyordum. Ancak bizim aksimize İstanbul’a gelen turistlerin büyük çoğunluğu buranın varlığından kesinlikle haberdar..
Bizans’ın en önemli kiliselerinden biri olan bu yapıya, imparator I. Konstantinus şehrin surlarını inşa ettirdiğinde sur dışında kaldığı için buraya Grekçe’de “kent dışı” anlamına gelen “Khora”, Osmanlılar’da ise “Karye” denmiş.
Kariye Müzesi, Türkiye’deki eski kiliseler arasında, içinde en fazla mozaiğe sahip olanı. Fresklerin ve mozaiklerin canlılığı ve az hasarlı oluşu da gerçekten içinde tarih bilinci ve sevgisi olan herkesi sevindiriyor. Bu yüzden fazlaca büyük olmaması ve pek dikkat çekmemesine rağmen gayet de popüler bir yer. Boş bir günde kesinlikle ziyaret edilmesini tavsiye edebileceğim bir yapı.
3 yorum
Pingback: Roma Gezilecek Yerler (FULL REHBER) | Sequ'nun Seyahatnamesi
Pingback: Çanakkale - Truva - Assos Gezisi | Sequ'nun Seyahatnamesi
Pingback: 📌 Berlin Gezilecek Yerler - 1.Bölüm | Sequ'nun Seyahatnamesi